Harput’un Hediyelisi

Google görsellerde “Alex Grey”i aratın. Karşınıza çıkan resimlerin en küçüğü 60×60 cm., en büyüğü odanızın duvarı kadar olan tuallere yapılmış, Alex Grey’in gözünden insanın enerji tablosu diye en kısa şekliyle tabir edebileceğim yağlı boya tablolar. Dikkatli Tool hayranları Alex Grey’in Tool albüm kapakları ve videolarındaki marifetlerini zaten biliyorlar. Daha önce Nirvana ve Beastie Boys da Grey ile işbirliği yapmışlar. Seyrettiğim bir röportajında ise Grey, sanatlarında belli bir derinlik bulabileceğimiz rock müzisyenlerinin modern Amerikan toplumunun şamanları olduğunu söylüyordu.

Dikkatli Volume takipçileri de dergimizin ilk sayısının kapak konusunun Erkan Oğur olduğunu hatırlayacaklardır. Tamamen değişen ve yenilenen dergimizin yeni “ilk” sayısına da yine Erkan Abi ile başlamak istedik. “Beni ikinci kez kapak yapmanıza ne gerek var” dediyse de maruzatımızı anlatınca bizi kırmadı.

Sorularımı kendine has bir müzisyen olmak isteyen insanlara yol gösterici, ufuk açıcı bilgiler alma amacıyla sordum.

Her gün bize FWD edilmiş birçok e-posta’da rastlanan “Son cümleden başa doğru okuyunca başka anlam çıkacak” oyununu biz de bu yazıya uyguladık. Röportajı sondan başlayarak okursanız, bu kez adeta yaşam hakkında konuşulduğunu göreceksiniz. Şaka! Yine de “böyle biraz geniş açıyla” okumanızı öneririm.

Müzisyenin tonu  ya da kişisel tınısı hakkında neler diyebilirsiniz?

Kafada bir ses veya müzikle ilgili bir şey, bir yaşam biçimi, ya da yaşanmışlık yoksa ton da oluşmuyor. Güzel ses izafi bir kavram; belki herkese göre değişiyor olabilir. Ama gitaristlerin ya da müzik aleti çalanların hep peşinden koştukları bir durum. Hiçbir zaman ulaşılamayan ama sanki yaklaşılıyormuş gibi bir hisle böyle geçen bir durum. Hep mevcut.

Güzel ses çıkarmak tabi aleti sevmekle ilgili. Aletin yapısıyla ilgili.

İnsanın kendi şahsiyeti gibi şeyler var ya… yada yaşadıkları dedik. Hayata bakış açısı, duyarlılığı… Ne bileyim ben; ailesi, yediği, içtiği, kokladığı hava, arkadaşları, çevresi, her şeyi etkiliyordur aslında. Onun dışında da standart şeyler var. Enstrüman doğru seçilir. İnsanın vücudu ona uygundur, değildir. O enstrümana yatkındır, ya da değildir. Fiziki bir noksanlık yoksa bir takım sesler daha iyi çıkabilir. Çalışmayla doğru orantılı, sevmeyle doğru orantılı.

Enstrümanın seçimi iyi olmalı. Seçilmiş enstrümanın da ölçülendirilmesi iyi, iyi malzemeden yapılmış olması, kullanılan ekipmanın optimal olması lazım. Bütün her şey. Özellikle elektrik müzik gibi teknolojiyle bağlı müzikte bir sürü şey rol oynar. Kullandığın kablodan, telinden, burgusundan bilmem nesine kadar hepsi… amfinin hoparlörü, durduğun yer, çaldığın mekan etkili hep.

Müzikteki teknik ve hissi taraf hakkındaki düşüncelerin nelerdir?

İnsanın hissettikleriyle tekniği örtüşmeyebilir. İnsanlar hissettiklerini ifade etme isteğiyle bir enstrümana müracaat ettiklerinde teknikleri yeterli olmayabiliyor.

Teknik gerekli olmayabiliyor mu?

Olmayabiliyor. Öyle müzikler var ki bazen sadece doğru zamanda doğru sesi, bir tek ses bile olsa, çıkarabilme ile istenen anlatım gerçekleşebiliyor. Ama yüksek tekniklerle de bazı anlatımlar mümkün. Müzik olayının içerisinde hepsi mevcut. Müziğe hizmet eden teknikler var. Veya sessizlikler, durgunluklar var. Müzik, ses ile sessizlik kombinasyonudur zaten. Daha doğrusu bunların tartımı. Ve senin o ses ve sessizlikler olgusunu nasıl ifade ettiğin, müziği ortaya çıkaran şeydir. Eğer standart bir icracıysan, profesyonel bir müzisyensen, büyük orkestra eserleri çalıyorsan veya hangi müzik dalındaysan, ona göre gereken eğitimlerden geçip geldiysen belli bir tekniğe, o çalışmanın içerisinde o beceriye ulaşıyorsun. O beceri ölçüsünde de kemancıysan, konçertistsen veya piyanistsen o teknikleri becermek durumunda kalıyorsun. O olmadığı zaman hayatın çok mutlu geçmiyor. Veya hayatının büyük bir kısmı mutsuzlukla o tekniğe ulaşmakla geçiyor. Sonra 2 gün onu çalıp bitiyor. Sonra da o tekniği unutmakla. (gülüyor). Geri kalan zaman, çalamadığını ya da yapamadığını anlamakla geçiyor.

Bir enstrümanı öğrenme yolunda bazı aşamalar ve yöntemler var. Bu konuda bize bilgi verir misin?

Evet, o çok önemli. En önemlisi çocuk müzik eğitimi. Ana karnından, hatta aileden başlamak durumunda. Müzik her ne kadar ilim dalıysa da onun bir de anlaşılmayan, hediye olan kısmı var. O hediyenin kıymetini bilmek lazım. Onun için de aileden başlıyor, ailedeki yaklaşım şekli, eğitim düzeyi, şartlar

Hediye kısmını tariflemek çok zor. Biz öbür taraftan varlıklı geliyoruz bu tarafa sanki. Varyetli geliyor bize bütün insanlar. Sonra onlar köreliyor, veya unutuluyor, ya da bastırılıyor. O yüzden eğitimler, özellikle başlangıçta aile, aile ortamı, yakın çevre derken anaokulları, hani eğitimimizin ilk başladığı zamanki şartların optimal olması çok önemli. Bir müzisyenin standart eğitimlerden geçerek belli becerilere ulaşması disiplin isteyen bir şey. Erken başlandığında ve doğru yöntemlerle başlatıldığında bu disiplin kişi için zaman kaybını önlüyor ve daha iyi seviyelere ulaşmasını sağlıyor.

Kişi bir öz disipline sahipse hiçbir dış eğitime gerek kalmadan, kendi gönlünün sesini dinleyerek ilerliyorsa da bir yere ulaşabilir mi?

Ulaşabilir. Az da olsa olmakta öyle şeyler. Bizim gibi ülkelerde ise çok olmakta. Zaten müzik eğitimi, istenen, ideal ölçülerde bir eğitim olmuyor ve hala olmamakta ülkemizde. Özellikle küçük çocuklara standart eğitimimizle verilen müzik bilgileri son derece yetersiz ve eksiklik, yanlışlık dolu. O açıdan insanlar genelde kendi çabalarıyla, veya kazayla ailede birazcık ilgi varsa, destek görüyorsa yine kendi özel çabalarıyla, çok sevdikleri, dayanılmaz bir dürtü duydukları için çok ideal seviyeler olmamakla birlikte belli yerlere ulaşabiliyorlar. Müzik tabi yarış değil. Bir kere onu anlamak lazım en başta. O seviyeye gelindiğinde, yarış olmadığı anlaşıldığında zaten insan da huzura kavuşuyor o açıdan.

Biz yürümeyi, konuşmayı, davranmayı ilk önce içinde bulunduğumuz aileden; babamızı annemizi taklit ederek öğreniyoruz.

Müzik de öyle malesef.

Hayatın ta kendisinde taklit ederek öğrenme var.

Bütün varlıklarda, bizim anladığımız manada canlılarda taklit özelliği vardır.

Gelelim sanat eseri üretmeye…

Çok özel durumlar hariç, insan belli bir düzeye ulaştıktan, düşünmeye başlayıp, bir şeyleri tarttıktan, muhakeme faslı başladıktan sonra müzikle ilgili potansiyel de ortaya çıkmaya başlar. İnsan şayet bir şeyi müzikle ifade etme ihtiyacını hissediyorsa, her şey yaşadıklarıyla doğru orantılıdır. Okuduklarıyla, dolayısıyla içine dolan enerjiyle doğru orantılı. O kişide bunu müziğe dönüştürme imkanı varsa bazı eserler veya ürünler ortaya çıkabilmekte. İcracı, eser yazıcısı, düşünür, enstrümanist veya sesiyle çalışanlar için konuşuyorum.

Bizim bu algılarımızı biz farkında olmadan açan veya kapatan şeyler var mı?

Mesela kaldırımlarımızın eşit olmaması kapatıyor. (gülüyor) Hep söylerim; ülkemizde tüm kaldırımlar 7 santim oldukları zaman; köyünden kentine kadar her yerinde eşitlendiği vakit insanlar müzik düşünmeye de başlayabilirler. Ona göre sen hesap et işte ne zaman başlanır veya başlanacaktır.

Matbaa 200 yıl sonra geldiyse?

(gülüyor) Çok iyimser bir tablo çizmedik ama tüm bunları aşan, kaldırım mevhumuyla kirletilmemiş bölgelerimiz, dağlarımız, bayırlarımız, bazı köylerimiz, insanlarımız, hayvanlarımız, ağaçlarımız mevcut. Oralarda yaşayanlar müzik, söylem ve düşünme adına bazı seviyelere ulaşıyorlar. Geçmişte en çok böyle olmuş. Anadolu topraklarının müziklerini ve düşünce potansiyelini oluşturan şeyler arasında en fazla yer tutan; öncelikle doğası, sonra oradan gelmiş geçmiş halk katmanlarının oluşturduğu, üst üste yığılmış bir kültür hazinesidir. İnsanlar oralardan beslenip, etkilenip müzikler düşünmüşler, yapmışlar, söylemişler, üretmişler ya da dans etmişler ve bugünlere gelinmiş.

Ama bugün müzik pek üretilmiyor. Geçmişte olanın üstüne bir takım çabalamalardan ötesi yok. Veya dışarıdan, dünyanın başka ülkelerindeki müziklerden etkilenerek oluşmuş bir takım çabalar var sadece. Çok da iç açıcı bir manzara arz etmiyor yani. (gülüyor)

Yetişmekte olan bir müzisyen adayına ne tavsiye edersin?Nasıl bir yöntem izlesin veya neyin sesini dinlesin bu kişi?

Aslında çok basit bir konu. Müzik “bir” aslında. Müziği müzik yapan, daha doğrusu bütün dünyada ya da kainatta geçerli olan bir şey var; işte o “bir”. Kültürler, coğrafyalar, iklimler, basınç farkları, yükseklikler, deniz kenarı, dağ, ova, değişik lisanlar, zaman, müziği etkileyen şeyler. Farklılıklar gösteriyor. Birisi ona heves ediyor, öbürü ona yakınlık duyuyor.

Profesyonel müzikçi için söylüyorum; bunlar kişi tarafından aşıldığı taktirde ortaya mutlaka gerçek, saf müzik çıkacaktır. Hiçbir şeyden etkilenmeyip, şeffaf manada yani. Etkileşim mutlaka var, o anlamda değil de kendi kişiliğini veya kendi tavrını sergileyen bir müzik cinsini ortaya koyabilecektir. Ya da bir güzellik, bir anlatım… Bunu yapması için önce annesine, babasına, ailesine, sülalesine, nereden geldiğine bir baksın. Sonra aldığı eğitimleri bir tartsın. “Neredeyim ben”, ona bir baksın. “Doğru yerde miyim, yanlış yerde miyim… acaba flamenko hevesim var da aslında ben obuacı mıyım yoksa” (gülüyor)

Abartıyorum tabii. Doğru seçim, doğru karar alabilmek için, doğru yolda yürüyebilmek için sağına, soluna, danışmanlara müracaat etsin. Okuldaysa mutlaka okulunun danışmanına gitsin. Birilerine danışmaktan çekinmesinler. Mutlaka bir yol gösterici olacaktır; onlarla ilişki halinde bulunsunlar. Okullarının kütüphanelerini sömürsünler; ne var ne yok okusunlar hepsini. (gülüyor) En azından kendi ilgi alanları içerisinde.

Müzik konusunda danışmak şart. İnsan doğal olarak bazı şeyleri kendi kendine keşfediyor ama genelde zaman kaybı olmakta. Bunu azaltmak ve boşa enerji harcamamak için danışmak çok önemli. Bir öğretmene, yol göstericiye ihtiyaç var. Üniversitelerin veya eğitim kurumlarının böyle imkanları var.

Yanıtlarında hep eğitimi öne çıkarttığını görüyorum. Peki insanın kendi içine dönerek, bir güruhtan koparak yapabilecekleri var mıdır?

O zaman öğretmen de, öğrenci de insanın kendisi. Öğrenme anında onun dışına çıkıp yine kendisine “Ben ne yapıyorum?” sorusunu sorabilmeyi becermesi lazım. Daima tartım halinde ilerlemek lazım. Farkındalık önemli. Normal zeka düzeyindeki bir insan kendini eğitebilir. Diyelim ki büyük şehirde çok imkan var da dağın başında pek imkan yok. Dağın başında da müracaat edecek bir sürü başka şey var. Esas olan onları görebilmek. Etrafa böyle biraz geniş açıyla bakılsa, o vakit insan kendini dağın başında da rahatlıkla eğitebilir. Birçok insanımız gibi. Neticede esas olan, insanın, öğretmenin de öğrencinin de kendisi olduğunu bilmesi ve buna güvenmesi.

Son zamanlarda neler yapıyorsun? İçinde bulunduğun veya kafandaki projeler neler?

Proje olarak bir şeyler yapmaya başladım tekrar. Epeydir albüm, kayıt değil de sadece konserler vererek zaman geçirdik. Türküler söyledik ve zaman zaman Telvin ile çeşitli festivallerde yer aldık.

İsmail Hakkı Demircioğlu ile olan çalışmalar devam ediyor mu?

Evet, hem konserlerimiz devam ediyor, hem bu sene bir albüm hazırlayacağız onunla da. Bu korsan hikayeleri yüzünden işler biraz değişti tabi. Müzik işi demek biraz tuhaf bir tabir ama müzik işi sanki bitti, uzaklaştı.

Daha korsan yokken, endüstri güya varken albüm yapma teklifi yurt dışından gelmiş bir kişisin. Seni tam etkilemiyordur…

Evet (gülüyor). Beni etkilemiyor da daha çok firmalar bundan etkileniyor; sapır sapır dökülüp kapanıyorlar. Dolayısıyla müziğe, maddi açıdan üretimine yönelik yaklaşımlar değişti ülkede. Zaten benim yaklaşımım da pek sıcak değil kayda. İcraat… o anda yapılan iş daha kıymetli gelmekte. Ama insan kendine, nefsine hakim olamadığı için, “acaba böyle mi?” diye bir hayalle kayıt da ediyor. Ama İsmail ile bu sene yaparım bir albüm. Bir film müziği ile uğraşıyorum şimdi. Bazı belgeseller yaptım.

Neden film ve belgesel müzikleri için Erkan Oğur’u seçiyorlar acaba?

Kim bilir? Belki uygun görüyorlardır kendilerince. Harput ile ilgili bir projem var, sürekli ertelediğim, bir türlü başlayamadığım. Sonra Anadolu deyişleriyle ilgili, kendi karaladığım bir takım sözcükleri besteleyip, kendime has “doğuş”lardan oluşan bir albüm düşünüyorum.

“Doğuş” nedir? İlk kez duyuyorum.

IDeyiş’in ne olduğunu biliyorsun. İlk ‘an’a, yani birinci elden olan haline “doğuş” . deniyor. Birisi öğrenip ilk elden olma hali  gittiği zaman onlar deyiş’e dönüşüyor. Ben de doğuş olsun diye, benden çıkan otantik, kendisi gibi sıfır durumda olan düşünceleri  kaydetmek istiyorum.

Bir de böyle soyut müziklerden, etnik vs. veya hiç bir müzik türüne dayalı olmayan, total müzik manasında soyut düşüncelerden oluşan, daha abstrakt müzikleri içeren bir proje var. Genelde dünya müziği denen, ülke veya kültür bazında değil de total, soyut bir şey.  Kategoriye koyulamayan. Bizdeki herhangi bir bölge gibi de değil. Kaz da değil, Afrika’daki gibi de. Kategorisi I olmayan düşünceler var.

Bir tane de koral; sırf insan sesinden oluşan bir eser projem var. Belki büyük bir koro için olabilir. Bunları gerçekleştirmek ne kadar zamanımı alır bilmiyorum. Belki de hiçbir zaman yapamayabilirim. (gülüyor) Ama düşünce olarak böyle şeyler var. Bir de denize taş atmak var. Sukunet. En çok onu yapıyorum.

Müzik aletleri ve teknolojileri ile ilgili bir dergiyiz. Seni takip edenler için sahibi olduğun enstrümanların neler  olduklarını öğrenebilir miyiz?

Markalı ve markasız birçok enstrümanım var. 2 tane Les Paul’üm var. Biri 69, diğeri 72 model. 64-73 arası Suat’larım var, 5-6 adet. 64 olan orijinal halinde duruyor; diğerlerini daha çalınabilir hale getirdim tabi. Strat hoş tonu olan bir gitar ama tuş bombesinden akort burgusuna, eşiğinden manyetiğinin gürültüsüne kadar bir sürü sorunu var. Onları düzeltiyorum. Ama işte böyle bir sihri var ya Strat’ın, elinde tutsan bile bir hoş… Çoğu orijinal hallerinde değil, biraz daha iyi haldeler.(gülüyor) Les Paul’lerimin birini de daha çalınabilir hale getirdim.

Kendi yaptığım gitarlarımı daha çok çalıyorum. Perdeli, perdesiz, iki saplı, 7-8-9 telli, elektrik olanları, akustik olanları, iki yüzü olanları (biri perdeli, biri perdesiz) gibi. Çift saplılar var; biri klasik, biri elektrik olmak üzere. Birkaç tane Steinberger var. Akustik ve klasik gitarlarım var yine kendi yaptığım. Bir tane Murat’ın (Sezen), birkaç tane Ekrem’in (Özkarpat) yaptığı gitarlarım var. Bağlamalarım, dede sazlarım var. Yine kendi yaptığım, veya onardığım, veya eskiden kalmış birkaç eski sazım…balta sazlarım var. Kemanlarım ve çellom var. 6 telli bir çello-gitarım var; kendi uydurmam. (gülüyor)

Amfiler, pedallar?

Pedal pek kullanmıyorum… volume pedalı, bazen de birazcık kompresör kullanıyorum. Onun dışında iyi kablo ve genelde lambalı amfi. Amfi transistörlüyse lambalı bir preamfi kullanıyorum. Eski bir Peavey’im var. Onu Mesa Boogie V-Twin ile kullanıyorum. Ampeg kafa kabin, Mesa Boogie 50 Caliber + kombo amfim ve 67’lerden kalma “Silverface” bir Fender Twin Reverb’üm var.

Çok kişi seni elektro gitar, sonra da perdesiz klasik gitardan tanıdı. Şimdi bambaşka yerel enstrümanlar çalıyorsun. Bu değişikliğin nedeni?

Değişiklik değil, bu hep yaptığım bir şeydi aslında. Sadece ortalıkta değildi belki. Benim başlangıcım, müzik aletleriyle olan ilişkim çocuktan beri zaten hep böyle etnik sazlarla oldu. Bağlama, dede sazları, cümbüş çaldım çocukken. Benim adıma pek bir değişiklik yok.

Dünyada takip ettiğin müzisyenler var mı?

Var tabi, çok. Hayretler içinde izlediğimiz bir sürü insan var. Gitarcılar arasında dinlediğim, takip ettiğim bir sürü insan var. Pat Martino mesela, onu çok seviyorum. Adını sanını duyduğunuz bütün müzisyenleri ben de dinliyorum ve çok seviyorum.

Onun dışında kendi bölgemin, Anadolu müzikleriyle ilgili olarak takip ettiğim, eskiden yaşamış, bugün olmayan bazı ozanlarını dinliyorum. Ta 13., 15. yüzyıllardan, Yunus’tan bugüne kadar olan bir aralıkta…Zaten icra ettiğim müzikler de genelde o zaman dilimi içerisinde, o zamana ait.

Türk Klasik Müziği alanında da geçmişten bugüne, isimleri son derece önemli enstrümancılar, besteciler var. Tamburi Cemil Bey ve Hacı Arif Bey’in şarkılarını dinlerim ve çok severim. Dede Efendi’nin büyük müziklerini severim.

Kendi yöremin, Harput yöresinin müziğini taşıyorum ve anlıyorum. Müziklerini ve folklorunu seviyorum. Zaten kaynağım da orası; düşünce biçimim oradan hareket ediyor.

Yazan:Faruk Kavi / Fotoğraflar: Burak Erzincanlı
Volume Dergisi 52. Sayı

0003 0006

 

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir